Sayfalar

30 Ekim 2012 Salı

Orta Avrupa'nın sokaklarında...


Yolları bunca seven bir insan olarak yine yollardaydım… Bu kez yolum Orta Avrupa’ya düştü. Kulaklarımda dünyanın belki de en bilinen valsi “Mavi Tuna”yı ana ana dolaştım Budapeşte sokaklarını, ardındna Bratislava’da bir müzik kutusu aldım kendime yol boyu çalıp durdum Mavi Tuna’yı…


Onca ülke daha da birçok şehrin ardından hala yeni yerler heyecanlandırıyor beni. Ama bu ilk gezilerin, ilk görmelerin heyecanından farklı artık… Gezgin ruhum Avrupa’nın kültür koridorlarını seviyor da bir yanı giderek daha çok macera ister oldu. Düşünsenize Tuna nehrine bakarken bir an kendimi at üstünde Moğolistan’da hayal ettim.

Ama bu benim işte, hayal eder dururum. Farklı yerlerde hep farklı yerleri… Adonis’in bir dizesi var, yeni okuduğum hemen de içselleştirdiğim: “Ben güneşte hem ıssız bir yol, hem cırcır böceği”. Öyle işte…

*

Bu gezinin en önemli yanı elbette KARİBU olarak bizim yapmamızdı. Kendi işinin başında “sabır abidesi” olma konusu ise hala zorluyor beni. Neyse ki turda Ensar yanımdaydı, sinirlendiğim an sakinleştirdi elinden geldiğince beni.


KARİBU olarak yola devam ediyoruz. En çok da bizim görmek istediğimiz rotalarda. Bu turizm işini sevdim, çok sevdim. İnsanların hayal ettiklerini onlara göstermek gerçekten keyifli ama bir o kadar da yorucu. Ben gazeteciliğe yorgunluk derdim meğer daha beteri varmış. Belki de yeni kurulmaktan ve kurulurken kurumsallaşmaya çalışmaktan sabah 9 gece 11 çalıştığım günlerin sayısı hiç de az değil.

Her neyse biz Orta Avrupa notlarına dönelim…

Budapeşte


Kurşuna dizilenin ardından...

Budapeşte’de en ilgimi çeken şeylerden biri; ölenlerin ardından yapılan ölüm şekillerini anlatan küçük anıtlar oldu. Mesela kent merkezinin ortasında görmekte olduğunuz bu duvarın önünde “demir perde” döneminde biri kurşuna dizilmiş. Kırmızı boyaları sürekli yineleyerek anıyı canlı tutuyorlar.  Aslında bu durum Etiyopya ile de benzerlik gösteriyor. E ne de olsa insanız, arayıp bulup belirli bir noktada belirli ritüelleri birleştiriyoruz.


Aşk kilidi
Bir de şu kilit hadisesi var. Onca aşk acısının ardından birbirine kavuşan sevgililer bir kilit alıyorlar kendilerine. Kilidi Tuna üzerindeki köprülerden birine takıp anahtarını nehre atıyorlar. Bir daha hiç ayrılmayalım diye… Aşk ve aşkın sürmesi için medet ummak da tüm insanlıkça ortak noktalarımızdan biri elbet.

Çekoslavakya ikiye ayrıldıktan sonra Slovakya’nın başkenti olan Brastislava, 2 milyonluk ülkedeki 500 binlik nüfusuyla bir “başkentçik” adeta. Budapeşte’nin bir minyatüründe gezmiş gibi oluyorsunuz.

Bu arada Macarları hiç sevmiyorlar. Bunun nedeni Macaristan’ın Slovakya’da Macar olduğunu iddia edenlere vatandaşlık vermesi. Zaten nüfusunu çoğaltamayan ülke bu nedenle Macaristan’a diş biliyor. Macarları hiç hoş karşılamadıklarını Macaristan plakalı otobüsümüz dolayısıyla bize de gösterdiler. Yarım saatten fazla park yeri aradık!

Bratislava 
*

Viyana güzel. Muhteşem. Herhalde bunca ihtişam daha da süslü cümlelerle ifade edilebilir yine de nedense o şaşaalı turistik yerleri ile çok yıldızım barışmadı. Ama Schönburn istasyonunda gece vakti metroya bindiğim o vakit vardı ya, mutlak yalnızlıkla birlikte Viyana ile arkadaş olduk.
Schönburn İstasyonu

Yalnız bunu daha da araştıracağım hatta yazacağım, Avusturya ve Almanya’da gerçekten “ırkçılık” ve hatta “neo-naziler” özellikle Ortadoğu kökenlilere karşı hızla artıyor. Ben bu kadar beklemiyordum. Kısa vadede olmasa bile uzun vadede bölgede ayrışmalar olacak, demedi demeyin.

Ünlü Sacher Keki 
Schitzel’ine bayıldığım Viyana’nın o ünlü “Sacher Keki”ni ise sevemedim. Bir boş anımızda Ensar’la kaçıp ünlü Sacher Cafe’ye gittik. E Gözde sen zaten tatlı sevmezsin, Ensar senden beter ama işte ünlü ya gittik hem sıcak çikolata hem de o meşhur kekten söyledik. Elimizde kalan ödenmiş yüklü bir fatura, birer çatal alınmış bir kek e bir de fotograf. Yani demem o ki, kendini bilmek gerek azizim hayatında pasta yemeyen bünyeni ne diye zorlarsın?

*
 
Müzeleri anca 36 günde biten Münih’te BMW fabrikası ve teknolojik gelişmeleri bir yana bıraktığımızda beni hayran bırakan şey, 2. Dünya Savaşı’nın ardından neredeyse yok olan bir kenti eskisinin tıpa tıp aynısı olarak inşa etmeleri oldu. İstanbul 27 derecede baharı yaşarken, 15 cm karla boğuşmak da keyifliyi. Tamam üşüdük ama en azından onca zamandır soğuk görmemiş bünyem bir garip kar romantizmi de yaşamış oldu.

Bu arada Rusların Münih'e alışveriş için adeta akın ettiğini de eklemekte yarar  var. Ev aldıkları ve fütursuzca para harcadıkları bir başka yer ise Çek Cumhuriyeti'nin kaplıca kenti "Karlovy Vary".
*

Cafe Louvre
Ve elbet sona bıraktığım çünkü aşık olduğum kentler arasında değişmez yerini hala koruyan Prag. Çeklerin deyimiyle “Praha”. Eğer İstanbul’u bu kadar sevmeseydim yaşamak isteyeceğim iki üç yerden biri olurdu mutlaka. Özellikle Kafka’nın da oturduğu Cafe Louvre’de oturmak, düşünmek, yazmak… Şu an yazmak istemeyeceğim kadar özel anlardı benim için.

Prag’a gidince zaten Kafka’nın neden Kafka olduğunu daha bir anlıyorsunuz. Kaotik ve karanlık sokaklar ve ışıl ışıl gece manzarası ile karanlık bir masal Prag. Kendini her gidişinizde daha bir aşık eden ve edecek bir şehir.

Demem o ki, gezdik gittik ve gördük. Ama  gezmeler bitmez azizim. Çünkü en azından benim için: “Gezmek, yaşamak”


1 yorum: