Yolları bunca
seven bir insan olarak yine yollardaydım… Bu kez yolum Orta Avrupa’ya düştü.
Kulaklarımda dünyanın belki de en bilinen valsi “Mavi Tuna”yı ana ana dolaştım
Budapeşte sokaklarını, ardındna Bratislava’da bir müzik kutusu aldım kendime
yol boyu çalıp durdum Mavi Tuna’yı…
Onca ülke daha da
birçok şehrin ardından hala yeni yerler heyecanlandırıyor beni. Ama bu ilk
gezilerin, ilk görmelerin heyecanından farklı artık… Gezgin ruhum Avrupa’nın
kültür koridorlarını seviyor da bir yanı giderek daha çok macera ister oldu.
Düşünsenize Tuna nehrine bakarken bir an kendimi at üstünde Moğolistan’da hayal
ettim.
Ama bu benim
işte, hayal eder dururum. Farklı yerlerde hep farklı yerleri… Adonis’in bir
dizesi var, yeni okuduğum hemen de içselleştirdiğim: “Ben güneşte hem ıssız bir
yol, hem cırcır böceği”. Öyle işte…
*
Bu gezinin en önemli yanı elbette KARİBU olarak bizim yapmamızdı. Kendi
işinin başında “sabır abidesi” olma konusu ise hala zorluyor beni. Neyse ki
turda Ensar yanımdaydı, sinirlendiğim an sakinleştirdi elinden geldiğince beni.
KARİBU olarak yola devam ediyoruz. En çok da bizim görmek istediğimiz
rotalarda. Bu turizm işini sevdim, çok sevdim. İnsanların hayal ettiklerini
onlara göstermek gerçekten keyifli ama bir o kadar da yorucu. Ben gazeteciliğe
yorgunluk derdim meğer daha beteri varmış. Belki de yeni kurulmaktan ve
kurulurken kurumsallaşmaya çalışmaktan sabah 9 gece 11 çalıştığım günlerin
sayısı hiç de az değil.
Her neyse biz Orta Avrupa notlarına dönelim…
Budapeşte |
Kurşuna dizilenin ardından... |
Budapeşte’de en ilgimi çeken şeylerden biri; ölenlerin ardından yapılan
ölüm şekillerini anlatan küçük anıtlar oldu. Mesela kent merkezinin ortasında
görmekte olduğunuz bu duvarın önünde “demir perde” döneminde biri kurşuna
dizilmiş. Kırmızı boyaları sürekli yineleyerek anıyı canlı tutuyorlar. Aslında bu durum Etiyopya ile de benzerlik
gösteriyor. E ne de olsa insanız, arayıp bulup belirli bir noktada belirli
ritüelleri birleştiriyoruz.
Aşk kilidi |
Bir de şu kilit hadisesi var. Onca aşk acısının ardından birbirine kavuşan
sevgililer bir kilit alıyorlar kendilerine. Kilidi Tuna üzerindeki köprülerden
birine takıp anahtarını nehre atıyorlar. Bir daha hiç ayrılmayalım diye… Aşk ve
aşkın sürmesi için medet ummak da tüm insanlıkça ortak noktalarımızdan biri
elbet.
Çekoslavakya ikiye ayrıldıktan sonra Slovakya’nın başkenti olan
Brastislava, 2 milyonluk ülkedeki 500 binlik nüfusuyla bir “başkentçik” adeta.
Budapeşte’nin bir minyatüründe gezmiş gibi oluyorsunuz.
Bu arada Macarları hiç sevmiyorlar. Bunun nedeni Macaristan’ın Slovakya’da
Macar olduğunu iddia edenlere vatandaşlık vermesi. Zaten nüfusunu çoğaltamayan
ülke bu nedenle Macaristan’a diş biliyor. Macarları hiç hoş karşılamadıklarını
Macaristan plakalı otobüsümüz dolayısıyla bize de gösterdiler. Yarım saatten
fazla park yeri aradık!
Bratislava |
*
Viyana güzel. Muhteşem. Herhalde bunca ihtişam daha da süslü cümlelerle
ifade edilebilir yine de nedense o şaşaalı turistik yerleri ile çok yıldızım
barışmadı. Ama Schönburn istasyonunda gece vakti metroya bindiğim o vakit vardı
ya, mutlak yalnızlıkla birlikte Viyana ile arkadaş olduk.
Schönburn İstasyonu |
Yalnız bunu daha da araştıracağım hatta yazacağım, Avusturya ve Almanya’da
gerçekten “ırkçılık” ve hatta “neo-naziler” özellikle Ortadoğu kökenlilere
karşı hızla artıyor. Ben bu kadar beklemiyordum. Kısa vadede olmasa bile uzun
vadede bölgede ayrışmalar olacak, demedi demeyin.
Ünlü Sacher Keki |
Schitzel’ine bayıldığım Viyana’nın o ünlü “Sacher Keki”ni ise sevemedim. Bir
boş anımızda Ensar’la kaçıp ünlü Sacher Cafe’ye gittik. E Gözde sen zaten tatlı
sevmezsin, Ensar senden beter ama işte ünlü ya gittik hem sıcak çikolata hem de
o meşhur kekten söyledik. Elimizde kalan ödenmiş yüklü bir fatura, birer çatal
alınmış bir kek e bir de fotograf. Yani demem o ki, kendini bilmek gerek azizim
hayatında pasta yemeyen bünyeni ne diye zorlarsın?
*
Müzeleri anca 36 günde biten Münih’te BMW fabrikası ve teknolojik
gelişmeleri bir yana bıraktığımızda beni hayran bırakan şey, 2. Dünya Savaşı’nın
ardından neredeyse yok olan bir kenti eskisinin tıpa tıp aynısı olarak inşa
etmeleri oldu. İstanbul 27 derecede baharı yaşarken, 15 cm karla boğuşmak da
keyifliyi. Tamam üşüdük ama en azından onca zamandır soğuk görmemiş bünyem bir
garip kar romantizmi de yaşamış oldu.
Bu arada Rusların Münih'e alışveriş için adeta akın ettiğini de eklemekte yarar var. Ev aldıkları ve fütursuzca para harcadıkları bir başka yer ise Çek Cumhuriyeti'nin kaplıca kenti "Karlovy Vary".
*
Cafe Louvre |
Ve elbet sona bıraktığım çünkü aşık olduğum kentler arasında değişmez
yerini hala koruyan Prag. Çeklerin deyimiyle “Praha”. Eğer İstanbul’u bu kadar
sevmeseydim yaşamak isteyeceğim iki üç yerden biri olurdu mutlaka. Özellikle
Kafka’nın da oturduğu Cafe Louvre’de oturmak, düşünmek, yazmak… Şu an yazmak
istemeyeceğim kadar özel anlardı benim için.
Prag’a gidince zaten Kafka’nın neden Kafka olduğunu daha bir anlıyorsunuz.
Kaotik ve karanlık sokaklar ve ışıl ışıl gece manzarası ile karanlık bir masal
Prag. Kendini her gidişinizde daha bir aşık eden ve edecek bir şehir.
Demem o ki, gezdik gittik ve gördük. Ama
gezmeler bitmez azizim. Çünkü en azından benim için: “Gezmek, yaşamak”
özlemiştik bu yazıları iyi geldi
YanıtlaSil