Meğer içinde “ama” olan ne çok cümle kuruyormuşum.
Üstelik bunu itiraf etmek bile zor. Şimdi bile yazıp yazıp
siliyorum işte.
Al bakalım Gözde, atıp tut sonra bir “ama” dilemmasında
kendini kaybolmalara ver!
*
Şimdi diyeceksiniz bunca zaman sonra nereden çıktı bu?
Efendim şöyle ki bu aralar biraz kendimi çözme telaşındayım. Tamamen kendime
odaklandım yani…
Evirip çeviriyor, geçmişten geleceğe uzanan olaylar
silsilesinde bazı davranışlarımın nedenleri üzerine kafa yoruyorum bol bol…
Bir sohbet anında bendeki şu “ama” handikabını fark etmem
ise biraz yıkıcı oldu. İtiraf etmeliyim.
Meğer bazı olaylara çözüm bulamazken, ben nasıl da “ama”lardan
bir duvar örmüşüm kendime. Şu “ama”lar var ya benim olayları “oluruna”
bırakmamamın önündeki koca koca sıradağlarmış.
İşte Toroslar ya da Ziganalara benzettiğim, yani Ege
sahilleri ile hiç benzeşmediğim ruhumun sıra dağlarında denize giden yollar
ararken, kendimi paralel eylemişim.
Yalnız iyi oldu bunu geç de olsa fark etmek… Devam edebilir
adına. Çünkü kendime belleğim “her şey geçer” mottoları, aslında kendime
söylediğim en büyük yalanların başında geliyormuş.
Öyle geçer deyince geçmiyor kardeşim, sen kabullenince
geçiyor. Anlayınca, anlamlandırmak yerine akışına bırakınca…
“Ama” bir söz verdim
kendime… En azından çabalayacağım artık. Biraz daha akışına bırakmaya… Plansız
yaşamaya mesela. Bir şey hissedince arkasında durmaya, hesap sormaya, anlamaya
çalışmaya değil; yaşamaya mesela…
*
Ne şifreli yazıyorum değil mi? E öyle herkesin okuyacağı
mecralarda kendini anlatmak istese de pek o kadar açık olamıyor insan…
Olsun yeni evimde, sadece kendi başıma kurduğum anılarda
gecenin bir vakti gülümseyebiliyorum ya, yetiyor bana…
*
Ve meğer ben kırılmaktan ne korkmuşum. Amma kaçmışım
senelerdir kendimden… Kendimi arıyorum zannederken aslında sığınaklara doğru
dört nala ilerlemişim.
Oysa öğreniyorum bir süredir. Kimsenin yaralarını
iyileştiremiyorsun, ancak merhem olabiliyorsun. Kimse de senin yaralarını
iyileştiremiyor, ancak merhem olabiliyor. O yüzden hissettiğince yaşamalı
insan. Çünkü kaçtıkları, alakasız bir zamanda alakasız bir düzlemde alakasız
bir konuşmanın ortasında öyle bir gelip yaralıyor ki seni, döne döne aynı yere
geldiğini fark ediyorsun. Durmaksızın geçmişinde takıldığın bazı olayları
yaşıyor, yaşıyor ve aslında yaşayamıyorsun.
O yüzden on üç yaşımın o sıcak yazıyla on dört yıl sonra
barıştım mesela. İstanbul’da değil de Bursa’da bir liseye başlamamla
sonuçlanacak o yazla…
İstanbul ve Bursa… Ruhumun iki yanı… Hayatımın bitmek
bilmeyen deniz yolculuğu… O yüzden mi vapurlarda defterlere sarılışım. O yüzden
sanki… İstanbul’la Bursa arası o deniz yolu benim arafım. Arafımdı.
Şimdi artık sadece bir deniz yolculuğu… Demleme çay olunca
daha bir keyiflenen. Hatta bu aralar Budo’nun o güzel suböreklerine taktığım…
*
Hoş geldin 27. Yaşım…
Hayal ettiğim birçok şeyin olmadığı ama zaten o arada
hayallerimin de değiştiği, üstelik değişen hayallerime hatta belki de
hayallerimin ötesine ulaştığım an.
İnsan bu yaşta hayatı daha bir anlıyor demişti bir arkadaşım
bir zamanlar. Öyleymiş de… Aslında her yaşta öyleymiş. Anlaya anlaya bir hal
oluyoruz, sonra işte… yaşıyoruz.
*
Beylerbeyi’nde yeni evimdeyim şimdi. Hayal ettiğimce yüksek
tavanlı, iki dakikadan az bir sürede denize ulaşılabilir mesafede. Kafam
bozulduğunda ya da mutluluktan içim içime sığmadığında dilediğimce
yürüyebileceğim gibi…
En sevdiğim şehirde, aslında tek sevdiğim şehirde, bir
başıma ve belki de hayatımda ilk kez kimseye ihtiyacım olmadığını ama kendime
olduğunu hissederek.
Geçmişimde sevindirdiğim, üzdüğüm, öfkelendirdiğim,
sakinleştirdiğim tüm insanların…
Sevdiğim, sevmediğim, sevildiğim ve sevilmediğim tüm
insanların…
Aşkların, ilişkilerin, dostlukların, arkadaşlıkların ve
tanıdıkların, tanışıklıkların, paylaştığın anların olduğu bütün o zamanların da
ötesinde.
Sadece şu anda, olmak istediğim yerde Beylerbeyi’nde yeni
evimdeyim şimdi.
27 yaşımın üçüncü gününü de doldurmuş bir vaziyette.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder