Sayfalar

16 Haziran 2014 Pazartesi

virgülden öncesi: Ama

Meğer içinde “ama” olan ne çok cümle kuruyormuşum.
Üstelik bunu itiraf etmek bile zor. Şimdi bile yazıp yazıp siliyorum işte.
Al bakalım Gözde, atıp tut sonra bir “ama” dilemmasında kendini kaybolmalara ver!
*
Şimdi diyeceksiniz bunca zaman sonra nereden çıktı bu? Efendim şöyle ki bu aralar biraz kendimi çözme telaşındayım. Tamamen kendime odaklandım yani…
Evirip çeviriyor, geçmişten geleceğe uzanan olaylar silsilesinde bazı davranışlarımın nedenleri üzerine kafa yoruyorum bol bol…
Bir sohbet anında bendeki şu “ama” handikabını fark etmem ise biraz yıkıcı oldu. İtiraf etmeliyim.
Meğer bazı olaylara çözüm bulamazken, ben nasıl da “ama”lardan bir duvar örmüşüm kendime. Şu “ama”lar var ya benim olayları “oluruna” bırakmamamın önündeki koca koca sıradağlarmış.
İşte Toroslar ya da Ziganalara benzettiğim, yani Ege sahilleri ile hiç benzeşmediğim ruhumun sıra dağlarında denize giden yollar ararken, kendimi paralel eylemişim.
Yalnız iyi oldu bunu geç de olsa fark etmek… Devam edebilir adına. Çünkü kendime belleğim “her şey geçer” mottoları, aslında kendime söylediğim en büyük yalanların başında geliyormuş.
Öyle geçer deyince geçmiyor kardeşim, sen kabullenince geçiyor. Anlayınca, anlamlandırmak yerine akışına bırakınca…
 “Ama” bir söz verdim kendime… En azından çabalayacağım artık. Biraz daha akışına bırakmaya… Plansız yaşamaya mesela. Bir şey hissedince arkasında durmaya, hesap sormaya, anlamaya çalışmaya değil; yaşamaya mesela…
*
Ne şifreli yazıyorum değil mi? E öyle herkesin okuyacağı mecralarda kendini anlatmak istese de pek o kadar açık olamıyor insan…
Olsun yeni evimde, sadece kendi başıma kurduğum anılarda gecenin bir vakti gülümseyebiliyorum ya, yetiyor bana…
*
Ve meğer ben kırılmaktan ne korkmuşum. Amma kaçmışım senelerdir kendimden… Kendimi arıyorum zannederken aslında sığınaklara doğru dört nala ilerlemişim.
Oysa öğreniyorum bir süredir. Kimsenin yaralarını iyileştiremiyorsun, ancak merhem olabiliyorsun. Kimse de senin yaralarını iyileştiremiyor, ancak merhem olabiliyor. O yüzden hissettiğince yaşamalı insan. Çünkü kaçtıkları, alakasız bir zamanda alakasız bir düzlemde alakasız bir konuşmanın ortasında öyle bir gelip yaralıyor ki seni, döne döne aynı yere geldiğini fark ediyorsun. Durmaksızın geçmişinde takıldığın bazı olayları yaşıyor, yaşıyor ve aslında yaşayamıyorsun.
O yüzden on üç yaşımın o sıcak yazıyla on dört yıl sonra barıştım mesela. İstanbul’da değil de Bursa’da bir liseye başlamamla sonuçlanacak o yazla…
İstanbul ve Bursa… Ruhumun iki yanı… Hayatımın bitmek bilmeyen deniz yolculuğu… O yüzden mi vapurlarda defterlere sarılışım. O yüzden sanki… İstanbul’la Bursa arası o deniz yolu benim arafım. Arafımdı.
Şimdi artık sadece bir deniz yolculuğu… Demleme çay olunca daha bir keyiflenen. Hatta bu aralar Budo’nun o güzel suböreklerine taktığım…

*
Hoş geldin 27. Yaşım…
Hayal ettiğim birçok şeyin olmadığı ama zaten o arada hayallerimin de değiştiği, üstelik değişen hayallerime hatta belki de hayallerimin ötesine ulaştığım an.
İnsan bu yaşta hayatı daha bir anlıyor demişti bir arkadaşım bir zamanlar. Öyleymiş de… Aslında her yaşta öyleymiş. Anlaya anlaya bir hal oluyoruz, sonra işte… yaşıyoruz.

*
Beylerbeyi’nde yeni evimdeyim şimdi. Hayal ettiğimce yüksek tavanlı, iki dakikadan az bir sürede denize ulaşılabilir mesafede. Kafam bozulduğunda ya da mutluluktan içim içime sığmadığında dilediğimce yürüyebileceğim gibi…
En sevdiğim şehirde, aslında tek sevdiğim şehirde, bir başıma ve belki de hayatımda ilk kez kimseye ihtiyacım olmadığını ama kendime olduğunu hissederek.
Geçmişimde sevindirdiğim, üzdüğüm, öfkelendirdiğim, sakinleştirdiğim tüm insanların…
Sevdiğim, sevmediğim, sevildiğim ve sevilmediğim tüm insanların…
Aşkların, ilişkilerin, dostlukların, arkadaşlıkların ve tanıdıkların, tanışıklıkların, paylaştığın anların olduğu bütün o zamanların da ötesinde.
Sadece şu anda, olmak istediğim yerde Beylerbeyi’nde yeni evimdeyim şimdi.

27 yaşımın üçüncü gününü de doldurmuş bir vaziyette. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder