Sayfalar

25 Mayıs 2014 Pazar

Roma'dan Malta'ya.. ve aslında nereden nereye?

Karadut'un Dondurma Keyfi
Yine yolların ardından kendimi zeytin ağaçlarının arasına attım. Ve elbette Karadut’un yanına… Bir köpeğin sorumluluğunu bu denli alabileceğimi, onu bu denli özleyeceğimi bir yıl önce biri bana söylese yok derdim. Meğer bazı sorumlulukları insan isteyerek  - istemeden üstlenince kaldırabiliyormuş. Karadut’la birlikte geçen şu bir yıl bana bunu öğretti. Ve bir de bir insan ve hayvan arasındaki o sınırsız sevgiyi…
Şimdi ben bunları yazınca belki birileri beni anlamayacaktır. Ama insanların bebeklerinin fotoğraflarını gösterdikleri gibi ben de “kızım” diye Karadut’un fotoğrafını gösteriyorum. Hatta itiraf etmeliyim, bazen kendimi Karadut’un bebeklik fotoğraflarına bakarken buluyorum.
Yalnız benim kız pek bir asi… Gerçi hayvanlar sahiplerine çeker diyorlar. Öyle olunca itaatsizlikleri ve anında durgunlaşan halleri ile bana beni de hatırlatmıyor değil. Benzer şekilde Loca – Nihan ikilisi ( Ki Nihan Karadut’un teyzesi, Loca’da manevi kardeşi olur) bana hak verecektir en azından.
*
Neyse bu haftam yollarda geçti. Bol bol dışarılardaydım. Bir haftada Bursa, İstanbul, Roma ve derken Malta… Hem de Sliema’dan Valetta’ya, Gozo’dan Mdina’ya…
Bol bol müzik dinledim, bir o kadar insanları izledim, yıllardır merak ettiğim Cinecitta Studyoları’nı gezdim falan filan…
Falan filan diyorum ama bir anda kendimi o ünlü Cinecitta Film Studyoları’nda hem de bir anda Antik Roma’nın ortasında bulunca pek keyiflendim. Söylemesem olmazdı. E darısı başınıza…
Sonra İzlanda’ya gitme planlarımı bir anda Malta olarak değiştirdim. Bir gece vakti, kendimi Roma sokaklarına vurmadan hemen önce. Çünkü ben ne zaman karar vermek, iyileşmek ya da kendimi dinlemek istesem kendimi bilinçli/bilinçsiz olarak sıcak deniz kıyılarına atıyorum.
Roma’dan bir saat on beş dakika, bolca düşünce dolu bir uçuşla, bütün operasyonları bitirmiş olmanın rahatlığı ve aslında boşluğu ile gidiverdim Malta’ya… Bir gece vakti bin sekiz yüzlerden kalmış eski bir otelin zemin katında, camı açtığın an rüzgarın efil efil estiği odasına…
Valetta Sokakları
Rodos’u Osmanlı fethedince Malta’ya kaçan St. John şövalyeleri, ünlü Malta Kuşatması’nda adayı Osmanlı’ya yani Müslümanlara teslim etmeyince Malta’da Hristiyanlığın kalelerinden biri olmuş. 420 bin nüfuslu adada 365 kilise var, belki de daha fazla. Kiliselerden çan sesleri bir başlıyor, bitmiyor. Sokaklar da boş olunca, sarı Malta taşlı sokaklardan bir anda bir Ortaçağ şövalyesi çıkacak gibi hissediyorsunuz.
Mdina'da bir Gözde 
Gozo ise Odyssey yani benim o çook sevdiğim mitolojimin en sevdiğim kahramanlarından Odysseus’un destanındaki Calypso’nun Adası. Sırf bunun için bile gitmeye değer. Yani Malta’da teknede bir yerden bir yere giderken adeta mitolojide bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Bu o kadar keyifli ki, kendi arkeolojinizle uğraşmayı bırakıp insanı hayatın tadını hiçbir şey düşünmeksizin çıkarmaya zorluyor.
Derken döndüm. Kürkçü dükkanına…
Ama bu kez dönerken, sanki iki yıl önce Afrika’dan İstanbul İstanbul diye bağırarak dönen ben değilmişim gibi tekrar gitmek istedim. Bir başka ülkeye yerleşmek…. Mesela Londra’ya ve bazı öğleler Boots’dan bir sandiviç ya da suşi alıp parkta yemek. Ya da New York’ta elimde kahve kaybolmuş hissetmek sonra kendimi İstanbul’a atmak istemek ama onun yerine ufak bir apartman dairesine girmek.
Bazen İstanbul’u ondan uzakken daha mı çok seviyorum ne?








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder