Sayfalar

27 Nisan 2014 Pazar

Unutmak ve hatırlamak...


Nihanla, yine içtiğimiz bir gecenin ardından sabah(tabi ki öğlen ve hatta öğleden sonra) kahvaltısında hayattan konuştuk bugün.

Kendimize özel alışkanlıklarımızdan, kendimizi geride bırakamayışlarımızdan, bir de unutkanlıklarımızdan!
Evet, bu yazının ana konusu “unutkanlık”! Kardeşim ben neden olur olmaz şeyleri unutuyorum bir de neden mesela hayatımdan nedensizce sildiğim olayları ve hatta insanları, son derece alakasız yerlerde hatırlayıveriyorum.

Ya mesela Gamze diye bir kız vardı lisede. Baya da yakındık. Geçen gün hatırladım. Bir anda hayatımdan varlığını ismini silivermişim. Nedensizce. Ki hayatımın bir sürü en önemli olayında yanımdaydı. Düşün ben sırılsıklam ilk aşkımı yaşıyorum, yaşadığım her şeyi bu kıza anlatıyorum hatta beraber o ilk aşkın hayallerini paylaşıyoruz. Şimdi nerede, soyadı ne, neye benziyordu hiçbir fikrim yok!

Beynimiz bazı şeyleri neye göre siliyor acaba? Ve neden bazı şeyleri de hiç unutamıyoruz.
Sonra kendime şunu da soruyorum. Acaba geçmişe ait olayları hatırlamak istediğim gibi mi hatırlıyorum diye. En azından ayrıntıları…

Bir de hatırladıklarımız sadece birkaç an  ve bizim hissettiklerimiz aslında. Bu da ayrı ilginç bir durum!
Şöyle anlatayım. Hadi yine o ilk aşka dönelim. Mesela benim ilk elimi tuttuğunda hissettiklerimi hala hatırlıyorum, ama hangi gündü, neredeydik hiçbir fikrim yok!

Vehasıl bu akşam unutmaya ve hatırlamaya takmış durumdayım. Hatta o kadar ki, şimdi Sezen Aksu dinliyorum. Son Sardunyalar…

Ah kaldırımlar biliyor çünkü bir devir muhteşemdik!

Ama asla unutamadıklarım da var.

Üç yaşında olmama rağmen, anneannemi kaybettiğimiz gün sanki dün gibi aklımda. Bana plastik bir bebek almıştı önceki gün pazardan, sonra misafirler gelmişti. Misafirin kızı bebeğimi çok sevmişti. Anneannem, elindekini paylaşmayı öğren diyerek o bebeği bana o kıza hediye ettirmişti. Bugün bile mal mülkten çok insan düşkünüysem, nedeni o sözdür en çok.

Sonra annemle işe gidişlerimizi hatırlıyorum. Bursa’da Kültürpark vardır. Dolmuştan indikten sonra Kültürpark’ın içinden yürüyerek giderdik Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü’ne… Ne oyunlar oynardık. Ben hayal kurmayı işte o Kültürpark yürüyüşlerimde öğrendim. Yaş dört.
İlk Özdilek yazısını okuduğumu hatırlıyorum mesela. Daha ilkokulu başlamamışım. Annem babam beş yaşımda okuyabildiğime inanmadı. Arabayla giderken bakıyorum bakıyorum o yazıya, okuyabiliyorum işte.

Hala o an öyle bir aklımdaki…

Dokuz yaşımda Kuzey diye bir çocuk vardı. Sınıfın en çalışkanı. Ben de ikinci inek!  Kardeşim hep benden daha yüksek notlar alıyor. Sırf o aldığı notlardan ve benimle inatlaşmasından Kuzey’den hoşlanmaya başlamıştım. Sonra vazgeçtim. Matematik sınavından ben 97, o 100 almıştı. Tam o gün. Sonra ben üzülünce kantinden bana kayısı suyu almıştı. Dün gibi aklımda. Ben de sinirlenip meyve suyunu pantolonuna dökmüştüm.  O zamandan beri birinden çok hoşlanınca hayatta belli edemiyorum mesela.

Freudyen mi takılıyorum ne bu gece?

Ama garip değil mi insanın geçmişine dair bazı anıları canlıymışçasına saklaması?

Hadi zamanı biraz ileri saralım.

Ortaokul yılları… En çok aklımda kalan şey soru çözerken Ezginin Günlüğü’nü keşfetmem. Papatyam diye bir şarkıları vardı. Bir dakika on beş saniye falan. Durmaksızın onu dinlediğimi hatırlıyorum mesela. Neyse o iyiymiş, lisede Ozan uğrunda Çelik’ten “sen gitme hep benimle kal” diye bir şarkı dinlemişliğim var ne diyorsunuz! Üstelik radyodan kaydetmiştim o şarkıyı, annemin güzelim Joan Baez kasedinin üzerine. Yani sen gitme hep benimle kaaaal, ne olur bırakma ellerimiiiii kısmından sonra Donna donna donnaaaa donnaaaa diye bir ses giriyordu. Ve ben buna rağmen gözlerim dolu dolu Çelik’in şarkısını mırıldanıyordum!

İlk aşk acısının ardından Çağrı ve Onurla okuldan kaçtığımız gün gibi aklımda. Cube diye limonlu biramsı bir şey vardı. Ondan alıp Kültürpark’ta içmiştik. Benim ilk sarhoşluğum. Çağrı hala çingenelere para kaptırışımızı dilinden düşürmüyor, o günü de onun sayesinde unutamıyorum!

Ah benim güzel lise yıllarım. Bursa Anadolu Lisesi… Ömrümün en mutlu zamanları… Hatırlayınca insan bir an o anlara gitmek istiyor yahu. Çok gezdim, çok gördüm, çok güldüm ama hiçbir zaman o 16 yaşındaki adam olduğunu sanan genç kız kadar mutlu olamadım bir daha.  Hayatta karşına çıkan her şeyin “yeni” olması nasıl bir keyifli duygudur yahu!

Sonra üniversite. Sabancı Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa Bilimleri fakültesi. Ektiğim recitationlar aklımda en çok. Nasıl bir vicdan azabı bırakmışlarsa ben de. Fasshane’de çay içmelerim mesela. O zamanlarda içtiğim çayların yanına hala yanaşamıyorum. Derya’nın beni o saçma “Mekanik” projelerinden nasıl kurtardığını hatırlıyorum elbette… Ama unutup hatırladıklarım da var işte. Mesela bana üniversite yıllarım boyunca sevgilim de dahil olmak üzere herkes “İza” derdi. Adımla seslenildiğini anımsamıyorum. Sonra unutuvermişim bunu! Ekincan, Lex’ti, Zeyyad MW ( Midnight Walker), Cevdet’e Rosemary diyorduk Rosemary’nin Bebeği’nden hareketle… Tabi bunların gelişi ne? Counter Strike isimleri…

Benim İza’nın anlamıysa İsadora Duncan… Ha bir de onun peşinde Paris’e gidip Pere Lachaise’de küllerinin yanına gül bırakmışlığım da var. Ama o ayrı bir hikaye… Tabi bu arada Eternal Tears of Sorrow falan dinliyorum. Progressive Rock olmuş hayatım. Düşünsenize sevgilimin bana hediye ettiği şarkının adı bile “The River Flows Frozen”

Afrika'ya gitmeden önceki gün Nişantaşı sokaklarında neredeyse sabaha kadar - o soğukta - yürümem ve sonra bir taşın dibinde hüngür hüngür ağlamam... Ama o zaten bambaşka bir hikaye!

Bunları da unutmuştum bu arada… Şimdi yazınca hatırlıyorum bazı ayrıntıları.

Yazmak o yüzden de önemli değil mi biraz. Kendi kişisel belleğimizi saklama imkanı sunduğu için. Mesela günlüklerim var benim. Hala bir kısmını açıp okuyamadığım ama ileride bir kızım olursa yüzüm kızara kızara vereceğim…

Neredeyse hepsi tamamlanmış on beşe yakın defter. Mesela biri ilkokul yıllarımdan, lisede çok yazmışım, üniversitede yazdıklarım ekleniyor sonra yanlarına. Derken mesela NTV’deki ilk günümü de yazdığım defter. “Bana KJ diyorlar, biliyormuş gibi yapıyorum ama bu KJ ne demek yahu” yazdığım! Afrika’dan meşhur “Gönderilmemiş Mektuplarım” derken KARİBU Günlükleri…

Yazmalı. Marquez’in bir kitabı vardı ya “Anlatmak için Yaşamak” işte anlatmak için yaşamalı ve anımsamak için yazmalı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder