Bir an, bir gün, bir yerde. Tamamen başka bir an, tamamen
başka bir gün ve tamamen başka bir yerde. Bir olay oluveriyor. Tamamen
alakasız. Sana bir zaman yazdıklarını yazdıran olayla tamamen alakasız bir
durum.
Üstelik yıllar geçmiş. Bir cümle kuruyorsun. O kadar tanıdık geliyor ki o cümle… Sonra
mesela o an bir telefonun ucundasın, susuyorsun ve kapatıyorsun o telefonu.
Boşluğa bakıyorsun. O cümle aklında tekrarlanıp duruyor, hatta tüm sosyal medyada
paylaşıyorsun.
Evine gidiyorsun. Geç bir saatte. Kimse bir şey sormasın
istiyorsun. Bir bira açıyorsun kendine. Sonra bilgisayarını açıyorsun. Nicedir
yazmamışsın bloğuna. O geliyor aklına, sonra benzer bir cümleyi kurduğun bir
zaman.
Bir an onca yıl öncesine gidiyorsun, bir bıçağın saplanışını
anımsıyorsun. Nasıl ağladığını, nasıl sokaklarda bomboş yürüdüğünü… O yazıyı
yazmadan önce İstanbul’da çok soğuk bir Pazar günü olduğunu, yağmur yağarken
gözyaşlarının daha hızlı aktığını… Sonra oturup nasıl da o yazıyı yazdığını.
(Merak edenler için bu da linki: http://gozde-demirel.blogspot.com.tr/2011_10_01_archive.html)
Bu kez ağlamıyorsun. Ama zaten olayın da yakından uzaktan
ilgisi yok. Ama bir anda geçmişinin tüm eksik parçaları bütünleniyor içinde.
Geçmişi affettim demişsin ya yalan, affedememişsin. Bal gibi de affedememişsin.
Çünkü yine Cemal Süreya okuyorsun işte, onca şiirine bakıp gidip Üvercinka’yı
açıyorsun sonra. Oysa ki Üvercinka ezberinde ve oysa ki o şiir olmasa sen
mesela Afrika’ya gitmezmişsin.
Oysa şiirler gibi yollar da geçip gitmiş, sen kendini
ararken meğer aramamışsın. Çünkü kendi kaybettiğin yerdeymiş. Çünkü Cemal Süreya varmış. Üvercinka’nın
dışında da yazmış.
Mesela şöyle yazmış…
“Şimdi ben burdayım ya / Olmayabilirim az sonra / Her şeyi
yüzüstü bırakabilirim”
Ki bırakmışsın çokça…
Ve o şiir de devam etmiş.
“Yabancım diyorum ona/Geriye kalan bütün kelimeleri
de/Kamulaştırıyorum böylece.”
Ki şair bir zaman olmuş yazmış:
“Belki de biraz geç rastladım sana/ Ama her şey geç gelmiyor
mu yurdumuza/ 1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi/ Eksikliğe mi alışmışız
mutsuzluğa mı yoksa?”
Geçmişi affettim diyorsun ya, affedememişsin. Ne geçmişi, ne
de geçmişin bıraktığı izleri… O yüzden hala sığınılacak limanlar arıyorsun
kendine. O yüzden bu aralar ülke sınırlarından adımını bile atmıyorsun dışarı,
o yüzden varsa yoksa iş diyorsun, o yüzden çalışırken uzaklara dönüyor gözün. Hiçbir
şeyi affedememişsin sen, edebilseydin cesaret ederdin.
Geçmişi affedememişsin ki insanların gözlerinin içine bakarak
yalanlar söylüyorsun bazen. Çünkü o kadar kırılmışsın ki, kırılganlığını
gösterdiğin an yine kırılacakmışsın gibi geliyor. İnanamıyorsun kimseye,
güvenemiyorsun ve sen kendi kırgınlıklarını gizlemeye çalışırken insanlar oyun
oynadığını zannediyorlar mesela. Ne oyunu kardeşim, ben sadece emin olamıyorum
demek istiyorsun ama öyle yorgunsun ki açıklama yapmaktan, evet ya bu bir oyun
diyorsun.
Geçmişi affedememişsin ki sevilebileceğine inanamıyorsun
mesela. Oysa geçmişte çok, hem de çok sevildiğini de bilirken. Bir an birine “sen
kendimi bana değersiz hissettiriyorsun” demişsin ya, o andan beri kendini değersiz
hissetmek için elinden geleni yapmışsın.
Sonra bunları yazarken, bir bakmışsın geçmişi affetmişsin
sen. Sadece geçmişin kendini tekrarlamasından korkuyorsun. Sadece tekrar
cesaret edememekten…Çünkü o zaman cesaret edememiştin. Ya yine cesaret
edemezsen?
Ve yine Cemal Süreya giriyor devreye. Biran bitmiş, bir
yenisini açıyorsun. Cemal Süraya, dizelerden sana sesleniyor:
“Sesinde ne var biliyor musun/ Söyleyemediğin sözcükler var”
Bir yudum alıyorsun birandan. Uzaklara dalan bakışının cenaze namazını kılıyorsun her yudumunda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder