Sayfalar

31 Ağustos 2014 Pazar

Adada yaşam zordur, yaz geçer ve ne güzel ki sonbahar var. Ve bir de aşk...

Adada yaşamak zordur dedi rehberimiz İlyas Bey. Neden diye sordum. Buralarda beklemeyi öğrenirsin diye cevapladı.
Elektrik kesilir, gelmesini beklersin. Fırtına çıkar, gemi kalkmaz yetişeceğin sınavın bile olsa gidemezsin…
Beklemeyi öğrenmek için illa ki adada mı olmak gerekiyor?
Biraz şu ada işini düşünmek gerek belki de. Belki o zaman beklemeyi öğrenmek için kendimizi adalara atmaya gerek kalmaz?
Gökçeada - Uğurlu Sahili 
İki üç günlüğüne Gökçeada’daydım. Türkiye’nin en büyük adası… Bir zamanlar çoğu Rum otuz bin kişi yaşarken adada şimdi kış nüfusu 3000’e kadar düşmüş.
Bazıları iskan köyü olmak üzere 9 tane köyü var. Merkezi deniz kenarında değil.  Köylerin arası yaklaşık yirmi kilometre… Arabasız zamanları da düşününce baya bir mesafe var yani…
Doğası oldukça etkileyici Gökçeada’nın… Kıbrıs gibi de değil su yönünden, suyu kendine yetiyor. Organik tarımın da merkezlerinden… Bu arada Çırağan Sarayı’nın ünlü menüsünde bile Gökçeada kuzusunun da yer aldığını söylemeliyiz.
Gökçeada, Gökçeada diyorum da burası basbayağı İmbroz. Ne kadar meraklıyız isimleri değiştirmeye? Sanki isimleri değiştirince olanlar da değişecek mi?
Mübadelede kapsam dışı bırakılan Gökçeada, resmi görevlerde ise doğu statüsünde… Aynı zamanda adanın tek felsefe öğretmeni olan rehberimiz İlyas Bey burasının memurlar için bir sürgün yeri anlamına geldiğini söyledi. Değil AVM doğru düzgün dükkan bile yokken, sürekli koşturmaca içindeki hayatlarımızda bizlere sürgün gelmesi normal. Oysa hala çok fazla “akıllı” telefon kullanmayan, sosyal medyaya bile haftada bir anca bakan ama kendi damını kendi onarıp, ekimden ocağa zeytine çıkan, keçilerini ve keçi yollarını iyi bilen bir hayat “sürgün” mü gerçekten? Öyle olsa ada insanı neden doksanlarına kadar yaşıyor…
Gerçekten sormak gerek. Acaba onlar mı hayatı ıskalıyor, biz mi?
Hayatın aslında daha basit ve daha yavaş olması gerekmez mi?
Seferihisar’dan sonra Türkiye’nin ikinci “yavaş” şehri olmaya aday Gökçeada’nın girişinde de bu yazıyor zaten: “YAVAŞLAYIN, GÖKÇEADADASINIZ”
Hayat hamaklarla güzel! 
*
Gerçi bu yavaşlamak benim için zor oldu. Ama ikinci günün sonunda bile telefonuma daha az bakmaya başlamıştım. Yoksa ben, yani her on beş dakikada bir mailini kontrol eden, arada twittera bakan, illa ki whatsup’ta söyleyecek bir şeyleri olan ben telefonun çekmediği yerlerde nefessiz kalmaktan keyifle çay içmeye doğru böyle hızlı evrilmezdim…
Bir karar verdim. En azından insanların gözlerine bakar, keyifli bir muhabbetin ortasında otururken kendimi şu elimizdeki “akıllı cihazlardan” biraz daha uzak tutmaya çalışacağım.
*
Bu arada bildiğim yanlış bir bilgiyi düzeltmekte de yarar var. Ben Gökçeada Rumlarının terk ediş sebeplerinin başında adanın yarı açık cezaevi olması var zannediyordum. Oysa Rumlar daha çok 1974’ten sonra burayı terk etmişler, yani Kıbrıs Hareketı’ndan sonra…
Gökçeada sokakları
Adada AKP’ye ciddi bir destek var. Bunun nedeni Ecevit ve Kıbrıs Hareketı mı diye sordum. Hayır diye cevap verdiler bana. Varlık Vergisi… Adanın şimdi ancak 300 kişi kalmış Rumları hala bellerini büken Varlık Vergisi’ni unutamıyor. Bence bu hangi partiye ait olursa olsun tarihimizdeki kocaman yaralardan biri…
Türkiye genelinde de Rumların Varlık Vergisi’nden sonra CHP’ye oy vermeyi kestiklerini bence partinin kendisi de oturup düşünmeli.
İnsan hiçbir lideri yüceltmemeli çünkü. Yanlışlarını görebilmeli ki doğrularında da desteklesin, gerektiğinde eleştirsin. Zaten bu durum benim AKP’ye karşı en büyük eleştirilerimden biri. Körü körüne bir partiye ve lidere bağlanmamalı insan. Madem ki oy veriyor, sonuna kadar oy verdiğini de sorgulamalı.
Belki biat kültürünü biraz aşarsak, giderek artan nefret kültürü de biraz sekteye uğrar. Niye farklı düşünceler oturup bir sofra etrafında keyifle konuşamıyor. Neden herkes kendine bileniyor. Yahu mesela ben Gözde işte, ideolojimden bağımsız düşünemiyor musunuz beni?
Bu sorular benim bu aralar siyasi sorgulamamın temelini oluşturuyor. Farklı farklı insanlara durmaksızın benzer sorular yöneltişim de bundan.
*
Ve derken biz nefret söyleminden bahsederken, dört yanımız kavga ve çatışmadan ibaret olmuşken bir yaz daha bitti…
Açtım Sezen Aksu’dan “Allah’ın Varsa”yı dinledim…
Yaz bitti, mevsim sonbahar diye başladı şarkı. Ama yine beni şu dizeler aldı götürdü. Tıpkı iki gün önce, vakit gece yarısını geçmişken Ege’ye mırıldandığım gibi.
Vicdansız rüyama, şarkıma şiirime girdin.
Sanki kendi bahçelerin misali, arsız
Be vefasız sana martılar getirdim.
Kanatlarım var beyaz ama,
Acımıyor yüreğim…
Tabi bunu dinleyip bir de Sırpçasını dinlememek olmaz. Sonra bir sigara yaktım bir de Bregoviç’ten Elo Hi’yi dinledim. Ama elbette Ofra Haza’nın o insanı aşka sürükleyen sesinden.  Bence siz de dinleyin ve dürüst olun kendinize. Kimi düşünüyorsanız, düşünmemeniz gerekiyorsa bile bir şarkı boyu onu dinleyin…
*
Çünkü aşk böyle bir şey… Arsızca sızıyor insanın içine. En düşünmediği anda… En fark etmediği anda… Öyle hınzır ki bazen kendi yüreğinin içindeki fark edemiyorsun. Sonra bir şarkıda bir dönüp bakıyorsun, nasıl da kök salmış… Sen köksüzleştirmeye çalıştıkça kendini, kendinin bile bilmediği köklerle bağlamış seni…
Bir adayım zannetmişsin sen kendini. Ya da bir deli martı… Oysa adalar karşıdaki kıyıların hasretini çekip durur ve martılar denizsiz yapamaz. İşte o detayları atlamışsın. Üstelik daha önce de aşık olduğun halde.
Sonra işte böyle bir gece vakti şarkılar gülümsetiyor seni. Bu eylül güzel olacak diyorsun. Bu eylül güzel olacak çünkü eylüller hep güzeldir. En sevdiğin ay senin, en aşık olduğun, en mutlu olduğun, en çok gittiğin ve en çok döndüğün…
Şarkılara gülümsüyorsun bir bakıyorsun. Eylül başlamış. Yıllar önce bir eylül günü, daha aslında çocukken Eftelya’yı dinlemiştin, bu eylül sana Sezen Aksu ile geliyor… Çocuklar gibi diyor Sezen Aksu.

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı / Kırlara yayılan ilkbahar gibi/ Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı/ Göğsümün içinde ateş var gibi…
Başını göğsüme sakla sevgilim/Güzel saçlarında dolaşsın elim/ Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim/ Sevişen yaramaz çocuklar gibi…
Hissedince sana vurulduğumu/Anladım ne kadar yorulduğumu/Sakinleştiğimi, durulduğumu/Denize dökülen bir pınar gibi….
Sözün şiirlerin mükemmelidir/ Senden başkasını seven delidir/ Yüzün çiçeklerin en güzeldir/ Gözlerin bilinmez bir diyar gibi…

Tabi bu arada şarkı bu kadar güzel olmazdı, sözleri Sabahattin Ali'ye ait olmayaydı... Ve Sabahattin Ali'nin dağlar dediği yer İda'dır. Benim İda'm...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder