Adada yaşamak zordur dedi rehberimiz İlyas Bey. Neden diye
sordum. Buralarda beklemeyi öğrenirsin diye cevapladı.
Elektrik kesilir, gelmesini beklersin. Fırtına çıkar, gemi
kalkmaz yetişeceğin sınavın bile olsa gidemezsin…
Beklemeyi öğrenmek için illa ki adada mı olmak gerekiyor?
Biraz şu ada işini düşünmek gerek belki de. Belki o zaman
beklemeyi öğrenmek için kendimizi adalara atmaya gerek kalmaz?
Gökçeada - Uğurlu Sahili |
İki üç günlüğüne Gökçeada’daydım. Türkiye’nin en büyük adası…
Bir zamanlar çoğu Rum otuz bin kişi yaşarken adada şimdi kış nüfusu 3000’e
kadar düşmüş.
Bazıları iskan köyü olmak üzere 9 tane köyü var. Merkezi deniz
kenarında değil. Köylerin arası yaklaşık
yirmi kilometre… Arabasız zamanları da düşününce baya bir mesafe var yani…
Doğası oldukça etkileyici Gökçeada’nın… Kıbrıs gibi de değil
su yönünden, suyu kendine yetiyor. Organik tarımın da merkezlerinden… Bu arada
Çırağan Sarayı’nın ünlü menüsünde bile Gökçeada kuzusunun da yer aldığını
söylemeliyiz.
Gökçeada, Gökçeada diyorum da burası basbayağı İmbroz. Ne
kadar meraklıyız isimleri değiştirmeye? Sanki isimleri değiştirince olanlar da
değişecek mi?
Mübadelede kapsam dışı bırakılan Gökçeada, resmi görevlerde
ise doğu statüsünde… Aynı zamanda adanın tek felsefe öğretmeni olan rehberimiz
İlyas Bey burasının memurlar için bir sürgün yeri anlamına geldiğini söyledi.
Değil AVM doğru düzgün dükkan bile yokken, sürekli koşturmaca içindeki
hayatlarımızda bizlere sürgün gelmesi normal. Oysa hala çok fazla “akıllı”
telefon kullanmayan, sosyal medyaya bile haftada bir anca bakan ama kendi
damını kendi onarıp, ekimden ocağa zeytine çıkan, keçilerini ve keçi yollarını
iyi bilen bir hayat “sürgün” mü gerçekten? Öyle olsa ada insanı neden
doksanlarına kadar yaşıyor…
Gerçekten sormak gerek. Acaba onlar mı hayatı ıskalıyor, biz
mi?
Hayatın aslında daha basit ve daha yavaş olması gerekmez mi?
Seferihisar’dan sonra Türkiye’nin ikinci “yavaş” şehri
olmaya aday Gökçeada’nın girişinde de bu yazıyor zaten: “YAVAŞLAYIN,
GÖKÇEADADASINIZ”
Gerçi bu yavaşlamak benim için zor oldu. Ama ikinci günün
sonunda bile telefonuma daha az bakmaya başlamıştım. Yoksa ben, yani her on beş
dakikada bir mailini kontrol eden, arada twittera bakan, illa ki whatsup’ta
söyleyecek bir şeyleri olan ben telefonun çekmediği yerlerde nefessiz kalmaktan
keyifle çay içmeye doğru böyle hızlı evrilmezdim…
Bir karar verdim. En azından insanların gözlerine bakar,
keyifli bir muhabbetin ortasında otururken kendimi şu elimizdeki “akıllı
cihazlardan” biraz daha uzak tutmaya çalışacağım.
*
Bu arada bildiğim yanlış bir bilgiyi düzeltmekte de yarar
var. Ben Gökçeada Rumlarının terk ediş sebeplerinin başında adanın yarı açık cezaevi
olması var zannediyordum. Oysa Rumlar daha çok 1974’ten sonra burayı terk
etmişler, yani Kıbrıs Hareketı’ndan sonra…
Gökçeada sokakları |
Türkiye genelinde de Rumların Varlık Vergisi’nden sonra CHP’ye
oy vermeyi kestiklerini bence partinin kendisi de oturup düşünmeli.
İnsan hiçbir lideri yüceltmemeli çünkü. Yanlışlarını
görebilmeli ki doğrularında da desteklesin, gerektiğinde eleştirsin. Zaten bu
durum benim AKP’ye karşı en büyük eleştirilerimden biri. Körü körüne bir
partiye ve lidere bağlanmamalı insan. Madem ki oy veriyor, sonuna kadar oy
verdiğini de sorgulamalı.
Belki biat kültürünü biraz aşarsak, giderek artan nefret
kültürü de biraz sekteye uğrar. Niye farklı düşünceler oturup bir sofra
etrafında keyifle konuşamıyor. Neden herkes kendine bileniyor. Yahu mesela ben
Gözde işte, ideolojimden bağımsız düşünemiyor musunuz beni?
Bu sorular benim bu aralar siyasi sorgulamamın temelini
oluşturuyor. Farklı farklı insanlara durmaksızın benzer sorular yöneltişim de bundan.
*
Ve derken biz nefret söyleminden bahsederken, dört yanımız
kavga ve çatışmadan ibaret olmuşken bir yaz daha bitti…
Açtım Sezen Aksu’dan “Allah’ın Varsa”yı dinledim…
Yaz bitti, mevsim sonbahar diye başladı şarkı. Ama yine beni
şu dizeler aldı götürdü. Tıpkı iki gün önce, vakit gece yarısını geçmişken Ege’ye
mırıldandığım gibi.
Vicdansız rüyama,
şarkıma şiirime girdin.
Sanki kendi
bahçelerin misali, arsız
Be vefasız sana
martılar getirdim.
Kanatlarım var beyaz
ama,
Acımıyor yüreğim…
Tabi bunu dinleyip bir de Sırpçasını dinlememek olmaz. Sonra
bir sigara yaktım bir de Bregoviç’ten Elo Hi’yi dinledim. Ama elbette Ofra Haza’nın
o insanı aşka sürükleyen sesinden. Bence
siz de dinleyin ve dürüst olun kendinize. Kimi düşünüyorsanız, düşünmemeniz
gerekiyorsa bile bir şarkı boyu onu dinleyin…
*
Çünkü aşk böyle bir şey… Arsızca sızıyor insanın içine. En
düşünmediği anda… En fark etmediği anda… Öyle hınzır ki bazen kendi yüreğinin
içindeki fark edemiyorsun. Sonra bir şarkıda bir dönüp bakıyorsun, nasıl da kök
salmış… Sen köksüzleştirmeye çalıştıkça kendini, kendinin bile bilmediği
köklerle bağlamış seni…
Bir adayım zannetmişsin sen kendini. Ya da bir deli martı…
Oysa adalar karşıdaki kıyıların hasretini çekip durur ve martılar denizsiz
yapamaz. İşte o detayları atlamışsın. Üstelik daha önce de aşık olduğun halde.
Sonra işte böyle bir gece vakti şarkılar gülümsetiyor seni.
Bu eylül güzel olacak diyorsun. Bu eylül güzel olacak çünkü eylüller hep
güzeldir. En sevdiğin ay senin, en aşık olduğun, en mutlu olduğun, en çok
gittiğin ve en çok döndüğün…
Şarkılara gülümsüyorsun bir bakıyorsun. Eylül başlamış.
Yıllar önce bir eylül günü, daha aslında çocukken Eftelya’yı dinlemiştin, bu
eylül sana Sezen Aksu ile geliyor… Çocuklar gibi diyor Sezen Aksu.
Bende hiç tükenmez
bir hayat vardı / Kırlara yayılan ilkbahar gibi/ Kalbim hiç durmadan hızla
çarpardı/ Göğsümün içinde ateş var gibi…
Başını göğsüme sakla
sevgilim/Güzel saçlarında dolaşsın elim/ Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim/
Sevişen yaramaz çocuklar gibi…
Hissedince sana
vurulduğumu/Anladım ne kadar yorulduğumu/Sakinleştiğimi, durulduğumu/Denize
dökülen bir pınar gibi….
Sözün şiirlerin
mükemmelidir/ Senden başkasını seven delidir/ Yüzün çiçeklerin en güzeldir/
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi…
Tabi bu arada şarkı bu kadar güzel olmazdı, sözleri Sabahattin Ali'ye ait olmayaydı... Ve Sabahattin Ali'nin dağlar dediği yer İda'dır. Benim İda'm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder