Sayfalar

28 Eylül 2014 Pazar

"Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer/ Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun? Etme"


İnsanın söyledikleri mi daha doğrudur, yoksa yazdıkları mı?
Ben hep yazdıklarının doğru olduğunu savunanlardanım, yazarken daha gerçek, yazarken daha cesur olanlardanım. Sanırım.
Peki ya gerçek dürüstlük?
Dürüst olmak nerede başlıyor. İnsan kendine dürüst olamadıktan sonra başkalarına karşı nasıl dürüst olabilir. Ve kendine dürüst olamıyorsan eğer, nasıl cesaret edersin ki hayata bir adım atmaya…
İki gündür işte böyle sorular kurcalıyor kafamı.
Elbet okuduklarımdan, izlediklerimden de olabilir bütün bunlar. Ama elbet yaşadıklarımdan ve kendime dürüst olamadıklarımdan da…
*
Ve iki gündür bir şeyler yazmam gerek diye oturuyorum bilgisayarın başına. Hatta o meşhur “to do list”ime bile yazdım. Yazmasam olmayacak çünkü, bir şeyler yazılmalı. Akıtılmalı yürekteki irin…
Ama nasıl yazılır ki? Ne yazacağını bilmeden…
O zaman en iyisi şarkılar dinleyelim değil mi? Şarkılarla yazalım. Mesela Şevval Sam açalım ilk önce, bana “Kapıldım Gidiyorum” desin…
Demek.
Dün biri bana şöyle bir cümle kurdu, ya da oradan başlayalım. “İnsanların hayatına istediğin zaman girip, istediğin zaman çıkamazsın Gözde. Buna hakkın yok.”
(ve yazılanlar yazılanlar ardından hızla “delete tuşuna basma”!
Anlaşıldı yazmaya buradan da başlayamayacağız.
*
Ha bir de Etiyopya’ya gittim arada. (Yaşadıklarımı mı yazsım sorusu geliyor işte tam da burada!)
Evet, Etiyopya’ya… Yani benim meşhur Afrika’ma…
Giderken nice gözyaşı döktüğüm, hayatımı karmaşık bir yün yumağına çevirdiğim ve en büyük vazgeçişleri yaşadığım, etkilerini döndükten sonra bile üzerimden atamadığım Afrika’ma…
Ama elbet idealist bir gazeteci olarak değil. ( Neyse burası da sıkıcı ve uzun bir başka kısım, belki bir ara anlatırım.)
Yok, böyle de olmayacak.
Ama yok, yok aslında buradan yazılmalı tam da.
Evet geçtiğimiz hafta Etiyopya’daydım. Benim en büyük kaçışımda.
Ve anladım ki, her büyük kaçış bile bir gün siliniyor. En büyük “gitme eylemini” gerçekleştirdiğin yer bile sıradanlaşabiliyor.
Ve insan, en çok terk etmek istediği yerleri bile özleyebiliyor.
Yok ama ya yazmak istediğim gerçekten de bu değil.
*
Sonra hayat devam ediyor. Turizmde sezon bitti bitecek… Ama daha benim aklımda ve bizim gündemimizde ne projeler var neler.
Ki bunlar çok yakında. Ama yazacaklarım bununla da ilgili değil.
*
Ve ben bu sabah hatta öğlene doğru uyandım – ki hala bu aralar nasıl en az 8 saat uyuduğuma da şaşıyorum ya – annemle oturup uzun uzun dertleştim.
Uzunca zamandır bu kadar kendimi anlatmamıştım.
Sonra annem “Hayatta insanı en çok yoran ne biliyor musun” diye sordu. İkimizde aynı anda “Soru işaretleri” diye cevapladık.
E ben de kalktım. Hadi bakalım dedim kendi kendime; bu kez kaçıp gitmek yok. O kadar kaçıp gitmek yok ki, vur kendini en ait hissettiğin yerlerden birine.
Hadi yine kendine dön biraz ve işte o yüzden de Mevlana’ya…
Gel, gene gel ne olursan ol/ İster Mecusi, ister Putperest, İster Kafir, İster yüz kere tevbe etmiş ol / İster tevbeni yüz kere bozmuş ol/ Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir/ Dinle beni nasılsan öyle gel ama gel/
*
Atladım arabaya. Yol beni Karabaş – ı Veli dergahına götürdü. Yağmur çiseliyordu. Açtım saçlarımı yağmura; çantamı, telefonumu, sigaramı her şeyi arabada bıraktım. Girdim içeri. Bomboştu. Çay ocağının yanına gittim, oradaki abi neredesin sen der gibi baktı. Nicedir gelmemiştim, çayınız var mı dedim. Olmaz mı, taze taze dedi. Bir çay koydu bana. Issız bahçede oturdum, düşündüm. İnsanı, söylediklerini, yazdıklarını…
Sonra da unutmayı, unuttuktan sonra tekrar tekrar hatırlamayı…

Kapıları çarpmayı ve çarptığın kapılara geri dönmeyi…
Mevlana’yı düşündüm, Mevlevi’yi ve Rubai’ler… Mevlana’yı düşündüm ya Şemsi Tebriz-i’yi andım.
Ve yağmuru ve derken ateşi…
Sevmeyi düşündüm. Yeniden sevmeyi.
Derken öğrenmeyi.
Sabretmeyi ve vazgeçmeyi… Gülümsemeyi ve varsın sevdiğin seni sevmese bile yine sevebilmeyi…
Söyleyemesen de sevmeyi…
Çayı bitirdim.
Arabaya gittim. Açtım benim defteri. Yazdım.
“Yüreğini dinle Gözde, sen sade sev, sevmenin farkına var, sevilmeyi bekleme.”
*
Evet buydu.
Yazmak istediğim.
Yazdığım.
*-
Şayet siz de bu yazıyı okursanız zor da olsa gülümseyin.
Ha bir de Yılmaz Erdoğan'ın sesinden, Mevlana’nın Şems-i Tebriz’i ye söylediği “Etme”yi dinlerseniz ayrı bir sevinirim.


https://www.youtube.com/watch?v=0dRRMYCk5kM

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder