Sayfalar

26 Haziran 2011 Pazar

Bir şehri terk edememek ya da neden Ortadoğu'ya yerleşmekten neden vazgeçtim?


Saçma sapan bir dönemindeydim hayatımın. 2 ay ya da belki biraz daha az… O çok sevdiğim, uğruna ne fedakarlıklar yaptım be nidaları attığım mesleğimi icra ettiğim iş yerine bile ayaklarımı sürüyerek gidiyordum, uyanamıyordum sabahları, gülüyordum da çok ben gibi değil, yine bol bol konuşuyordum ama hep belirli konularda. Yazamıyordum. İstediğim gibi yazamıyordum. Yazmak istiyordum ama benzer cümlelerde tükeniyordu harfler. Saçma anlarda mutsuzluk gereksiz zamanlarda heyecanlar yani bariz bir dengesizlik…

Kendimi denize bakar, ne yapmayı istediğimi sorarken buluyordum sık sık. İnsanları görüyordum yine ama sonra sıkılıyordum, kaçıveriyordum.  O kitap okuyamadan uyuyamayan ben okuyamıyordum, hatta Ortadoğu ile ilgili makaleler de sıkıcı geliyordu, eylülde gideceğim, bu toprakları bırakacağım İstanbul’dan sıkıldım diye yineliyordum sık sık.

Pek çok hata yaptım bu dönemde. Çok içtim mesela ve daha bir sürü şey. O kadar saçma bir dönemindeydim ki hayatımın mantığım, iradem, aklım fikrim allak bullak oldu. Hissetmediklerimi hissettim sandım, hissettiklerimi hissetmezden geldim. Denge kayması bir nevi… Bir de üstüne o çok korktuğum trafik kazası olunca iyice saptı denge.

Yaptıklarımı da pek önemsemiyordum aslında. Nasılsa eylülde gideceğim. Her şeye baştan başlayacağım, yeni bir ülke, yeni bir insanlar beni yeniler diye düşünüyordum. Sizin de hiç böyle düşündüğünüz oldu mu?

Sonra bir akşam yine saçma şeyleri kafama taktığım bir akşam Hayati’yle buluştuk. Sen ne yapıyorsun Gözde dedi. “ Bu sen değilsin.” Artık ben neyim bilmiyorum diye cevapladım onu, sonra zaten nasılsa eylülde gideceğim diye cevapladım. Benim bildiğim, gördüğüm, yıllardır tanıdığım Gözde öyle aylarca insanlara gideceğini anlatmazdı, çeker giderdi dedi bana. Sonra defterime bir satır yazdı ardından gözlerime bakarak yineledi Virginia Woolf’tan o cümleyi:

“Oh Mrs. Dalloway, you are always giving parties to cover the silence”

Kahire metrosunda mutsuzluk
Bana söyledikleri üzerine çok düşündüm. Bir gün içinde herkese söyleyebileceklerimi söyledim, şefim yanıma geldi bir ara iyi misin dedi, değilim dedim. Hadi sen git dedi. Bir kaç gün izin istedim. Demek ki çok kötü görünüyormuşum ki sesini çıkarmadı. Tamam dedi sadece. Ben de gittim. Kendimi Harbiye’de yürürken buldum. Nereye gitsem diye düşündüm, o çok sevdiğim sayıkladığım Ortadoğu eğer bir anlam ifade ediyorsa benim için, eğer yerleşmeyi düşünüyorsam önceden gidip bir göreyim dedim. Ertesi sabaha bir Kahire bileti aldım kendime.

Ve gittim. Çok düşündüm. Çok yürüdüm. Çok fotograf çektim. Çok iyi insanlar tanıdım, çok iyi insanlarla çok iyi vakitler geçirdim. Fazlasıyla iyi. 

Gazetecilik yapmak isteyip istemediğimi sorgulamak için gitmiştim. Ben düşünmeden cevabı verdi bana Kahire. Çünkü ne Giza piramitleri ne de Mısır Müzesi ilgimi çekti, çocukluğunda arkeolog olmak isteyen ben insanlara devrimi sorar, röportaj peşinde koşar, Ortadoğulu muhabirlerle değişimi tartışırken buldum kendimi. Çok mutlu buldum kendimi. Ve bir baktım yanımda getirdiğim defterin sayfaları teker teker doluyor.

Han El Halili'deki Necip Mahfuz Kahvesi 
O çok sevdiğim, din ve insan konusunda onca düşündüğüm Cebelavi Sokağı Çocukları’nın yazarı Necip Mahfuz’un izinden gittim bir gün. Tam da onun romanlarını yazdığı kahvede elmalı nargile ile andım yazarı. Kahkahalar attım yazarken, gözümden yaşlar boşandı yazarken. Oturdum kendimi yazdım. Ve gece Tahrir’e karşı onun bir kitabını, Dilenci’yi  okudum, gün ağarıyordu kitap biterken. Son paragrafı defalarca okudum.
 “ Kalbinin düşte değil, gerçeklik içinde çarptığını, dünyaya geri döndüğünü hissetti. Bir şiirden bir mısra anımsamaya çalışıyordu. Ne zaman okumuştu? Şairi kimdi? Mısra tuhaf bir netlikte yansıdı zihninde: “Beni gerçekten istediysen neden terk ettin?”


Sabah gülümseyerek uyandım. Kahire Amerikan Üniversitesi’ne gittim o gün. Gideceğim okulla görüştüm, burs işini hallettim, dekanla arkadaş bile oldum. Belgelerimi verdim, kabul mektubunu tutuşturdular elime. Mısır Yüksek Eğitim Bakanlığı’na gideceksin bu mektup ve pasaportunla aldığın belgenin ardından bize geleceksin ve artık öğrencimiz olacaksın dediler. Hayal ettiğim gibiydi işte her şey. Kahire’de hem Arapça öğrenecek hem Ortadoğu Çalışmaları okuyacak hem de İstanbul’u her şeyi arkada bırakacaktım.

O gün yine yürüdüm sokaklarda yine çok eğlendim, bol “şay” bol “shishe” içtim. Kahkahalar bile savurdum Nil’e karşı, gazeteciler sendikasından ışıl ışıl şehri izliyordum gece yarısı bastırdığında.

Ve Mısır Yüksek Eğitim Bakanlığı’nın kapısındaydım ertesi sabah. Kimse o gün kaydımı yaptıracağımı bilmiyordu, kimse hiçbir şey bilmiyordu. Tamamen özgürdüm. Bir an durdum binanın önünde, kaybetmek başaramamak neden beni bu kadar inat ettiriyor diye düşündüm, gerçekten bu şehirde yaşamaya hazır mıyım diye düşündüm, gerçekten gitmek istiyor muyum yoksa bir inadın peşinde mi sürükleniyorum diye düşündüm. Kısacık bir an çok soru. Geri döndüm. Bana günler boyu Kahire’yi öven gazeteci bir dostumla buluştuk, “E gözleri Ortadoğulu kız eylülde burada mısın?” diye sordu. İstanbul’dayım diye cevapladım. Şaşırdı. Anlattım. Pek bir şey de anlatmadım aslında. İstanbul’u bırakamadım, bu sefer kaçmak istemedim dedim. Yapacaklarım daha bitmedi dedim. Bir yanı anladı, bir yanı anlamadı.

Benim de hala bir yanım anlıyor, bir yanım anlamıyorum. Ama biliyorum bu şehirde yapacaklarım var, tüm hatalarıma, geride bırakmak istediklerime rağmen burası benim şehrim. Daha doyamadım. Daha zamanı gelmedi, belki bir gün zamanı gelir belki gelmez ama daha zamanı gelmedi…

Ertesi gün İstanbul’a döndüm. Atatürk Havaalanı’ndan çıkıp o serin rüzgar yüzüme vurduğu an bu sefer kaçmadığımı, insanın bazen kaçamayacağını ve iyi ki de kaçmadığımı düşündüm.

Belki ileride keşke gitseydim derim ama şimdi demiyorum. Biliyorum işte, daha bu şehri bırakma zamanım gelmedi. Yani ey İstanbul ve İstanbullular bir süre daha bu deli kıza katlanmak zorunda kalacaksınız…

Ama gitmek iyi geldi. Dönmek için gitmek. Birçok Gözde arasında, hepsini de sevdiğimi, belki hayatımda yine böyle saçma dönemlerimin olacağını biliyorum. Ama şimdi doyasıya yazabiliyorum. Üstelik iyi bir yazı bittiğinde hissettiğim o güzelim haz da geri döndü, o mutlu sarhoşluk hali…

Ve ben belki de ömrümde ilk kez kimi zaman yenilebileceğimi, kaybedebileceğimi öğrendim. Hatta bunu sayfalara yazdım, buraya da yazıyorum, herkese söyleyebilirim. Aslında sırf bunun için bile gitmeye değerdi. Çünkü deneyin, kaybettim dediği an garip bir yük kalkıyor insanın üzerinden. Sevdim diyebilmek gibi…

Birkaç aydır metroya binmek bile beni bunaltıyordu ya artık metronun konforu, uyumadan kitap okumanın huzuru… Gitmek iyiydi de gidip dönmek ve kendim hissetmek, kendim gibi davranmak iyi oldu. Çok iyi oldu.

Ama elbet garip durumlar da var. Mesela garip bir rüyadan uyanmışım gibi hissediyorum kendimi. Gitmeden bir gün öncesine kadar hissettiğim öfke, sıkkınlık, özlem ve bir çok duygu yok içimde. Gitmek bitirmek çünkü biraz da… Gitmek kabullenmek. Gitmek affetmek hem kendini hem de başkalarını…

Yazdım, çok yazdım çölde ve şehirde...
O zaman Isadora Duncan'ın o çok sevdiğim sözüyle bitirelim yazıyı: "You were once wild here, don't let them tame you."

1 yorum:

  1. İnsanın kendini arama, anlama süreçlerini çok güzel anlatmışsın Gözde. Okurken gözlerim doldu. Ortadoğu'ya ilişkin hislerini görünce, aklıma Isabelle Eberhardt geldi. Eğer okumadıysan, onun kitaplarına bir bak derim. http://www.amazon.com/Nomad-Diaries-Isabelle-Eberhardt/dp/1566565081/ref=ntt_at_ep_dpt_1

    YanıtlaSil