Sayfalar

7 Nisan 2014 Pazartesi

Beni bu havalar mahvetti!

Bu sefer eğlenceli bir şeyler yazmak istiyorum diye oturdum masaya. Nedense bloga yazmaya başlayınca bir anda cümlelerim hüzünleniveriyor. E bu gidişi bir yerden kırmak gerek. Gerçi pek umudum yok ya…
Bahar geliyor ya son on gündür, bendenizin en az yüzde beş onluk bir bölümü boşvermişlikle yaşıyor. Orhan Veli’nin dizeleri gibi “Beni bu havalar mahvetti/Böyle havada istifa ettim/Evkaftaki memuriyetimden/Tütüne böyle havada alıştım/Böyle havada aşık oldum.”
Bu arada tam bunları yazarken biraz müzik dinleyeyim dedim, pek tabi “yasaklı” Youtube’u açtım. Tabi bu eklentiler sayesinde artık “Amerikan Reklamları” konusunda da bir uzman sayılırım. Hazır yemeklerden, burada olmayan arabalara bir Amerikan Rüyası Youtube reklamlarıyla sarıyor etrafımızı…
Her neyse…
İşte öyle bahar geldi. Ve ben bildiğiniz Gözde, yine her bahar dört bir yana dağılıyorum.
Mısırsız olmaz!
Keyifli bir dağılmaca bu. Bir de bu aralar, nedense bir iki yıldır azalttığımca kahkahalar atıyorum. Tabi bu durumun baş sorumlularından biri de sayın Nihan Hanım olabilir.
Onunla bu yıl uzun uzun seçerek aldığımız filmlerden yaptığımız bir “İstanbul Film Festivali” seçkimiz var. İnatla daha aldığımız hiçbir bileti kaçırmadan izliyoruz.
Ama tabi bazı filmlerden sonra bir bira, derken iki üç beş on elzem hale geliyor.
Galata rocks... 
Sonra tabi gelsin kahkahalar… Çok konuşunca kurduğum ilginç cümleler de hani ortamı neşelendirmiyor değil. Mesela garsona sipariş verirken, “Bir Blush, bir Bomonti, bir de Efes Malt.” Siparişini “Hoşçakalın” diyerek bitirmek o an bizi baya bir güldürdü. Neyse bu saçma cümleler kırma ve istemsiz potlar kırma bambaşka bir yazı konusu…

Lakin şu ilginç cümleler kurma huyum bu aralar gerçekten ilginç. En son “her insanın muadili vardır” gibi bir aforizma bile savurdum havaya. Muadil nedir yahu! Bir de konuyu bilseniz. Ama sanırım bu konuya da girmemek en iyisi…
Velhasıl bu aralar İstanbul güzel, hayat güzel… Kendim olmanın tadına varıyorum sanki.
Hatta bazen kış uykusundan uyanmış gibi hissediyorum. Büyümek ve büyüdükçe küçük olmanın tadını çıkarmanın keyfine varmak gibi bir şey bu.
Çünkü artık anladığım şeylerden biri de şu. Kendini gittiğin her yere götürüyorsun, kendinle birlikte yaşadıklarını da. Yüzleşmediğin sürece yirmi ülke değil yüz yirmi ülkede gezsen bu değişmiyor.  Sonra öyle bir an geliyor ki, sen farkına varmadan aşmışsın meğer heybende taşıdıklarını. Bir sabah uyanınca sonra daha bir hafif geliyorsun kendine. Bir bakıyorsun onca yılın ve yolun ardından bıraktığın şehirde tekrar bir düzen kurmaya karar vermiş hale gelmişsin. Ve o an fark ediyorsun ki, aslında sen bilmeden ne çok kaçmışsın.
En azından bana öyle oldu. Meğer ben kaçıyormuşum dedim. İyileşmek için başka şehirlere sığınmışım.
Ve bana bir de şöyle oldu. Büyüdüm. Sindirerek yaşamak diye bir kavramı yavaş da olsa ediniyorum.
Tabi bu arada sorular peşimi bırakmıyor. Ama bunu da çözdüm. Olay tamamen İkizler burcu olmamla ilgili. Benzerlerim var, yani yaşayabilirim. Evet, evet sanırım ölmeyeceğim.

Hem hep diyorum ya dışarıda dolu dizgin bir hayat var. Daha neler yaşanacak…
Hem yeniden kaçsa bile insan, kaçmanın da bir keyfi var.
Üstelik böyle manzaralar varken dünya gerçekten de güzel bir yer:



 Bir de herkes biliyormuş bir ben bilmiyormuşum. Nil Karaibrahimgil'in Bi Küçük Eylül meselesi için yazdığı o şarkı nedir ya! Boğazda bir uçtan bir uca yürüttü beni. Pelin durmamış, yorulmamış, "kendi sinsi emelleri uğruna" gelip "ilk kısmını dinle, bak sana ne mesajlar veriyor" tarzından cümlelerle sağ olsun öğretti!

Bana da dinlemek düştü.

İşte bu da linki: https://www.youtube.com/watch?v=S5onhXnrZgE

ve ama işte "lalalalal ben de böyleyim, lalalaaa hep de böyleydim..."


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder